Üniversite yıllarımda okul içi sosyal faaliyetlerim ve ders çalışmalarım devam ederken İslam Medeniyeti Dergisine gelen soruları cevaplandırabilmek için de büyük bir gayretle çalışıyordum.
Sonraki yıllarda profesör olan ve o sıralarda Tıp fakültesi öğrencisi olduğunu yazan Alpaslan Özyazıcı isimli okuyucudan gelen bir soru Mevlana ile ilgiliydi.
Mektupta diyordu ki; “Mevlana kuyumcu Selehattin’in cenazesini niçin çalgıyla teşci etmiştir? Meclisimize Allah yağıyor demekle neyi kasdetmiştir?” Bu soruya ne cevap vereceğimi şaşırmıştım. Büyük sınıflardaki ağabeylere,samimi bulduğum hocalarıma sordum.Hiç kimse bu soruya tatmin edici bir cevap veremedi.
O günlerde Konya müftüsü merhum Tahir Büyükkörükcü idi. Kendisine mektup yazdım. Sorunun cevabını sordum.Kısa bir zaman sonra mektubun cevabı geldi.Kaynak göstererek sorunun cevabını dergide aynen yayımladık.
Gelen soruları cevaplamakta gerçekten zorlanıyordum. Ama bir yola girmiştim. Bu yolda başarı ile yürümek zorundaydım.Her ay değişik konularda 10’larca soru geliyordu.
Soruların ağırlık noktası dini konulardı.Her mezhepten insanlar kendi mezhebinin görüşleri yanında diğer mezhep imamlarının o konudaki görüşlerini de soruyorlardı.
Soruların cevabını hazırladıktan sonra bu konuda uzman olan birilerine doğruluğunu onaylatmam gerektiğine inanıyordum. Öğrenciydim. Bu konuda hiç deneyimim de yoktu. Verilen cevaplarım neredeyse bir fetva niteliği taşımalı ve Diyanet İşleri Başkanlığımızın fetvalarına ters düşmemeliydi.
Aklıma Fıkıh konusunds uzman olan Dekanımız sayın Ahmet Davudoğlu hocamız gelmişti…
Onlarca sorunun cevabını hazırladığım bir gün elimde soru-cevapların bulunduğu zarf ile çekine-çekine odasına girmiştim.
Tek başınaydı.Ve masasının üzerinde İSLAM MEDENİYETİ mecmuası vardı.
Meğer İslam Medeniyetine yazdığım cevaplar yüzünden ve sınıfta ön sırada oturup devamlı not tuttuğumdan dolayı beni ilk günden buyana hatırlıyormuş…
Meğer mecmuadaki köşemi okuyormuş… “Gel bakalım şeyh Gazi .Geç kalmadın mı?…”demesin mi?..
Aman Allahım.Ahmet Dcvudoğlu hocam ancak sevdiği öğrencilere “Şeyh…”diye iltifat ediyordu.
Bunu Ali Sarıkaya’dan duymuştum…Şeyh diye hitap ettiği öğrenciler koskoca okulda bir elin 5 parmağından bile azdı.
Hocam bende ne görmüştü? Bana niye iltifat ediyordu?…Bugün bile hala anlamış değilim…
Odasına girince oturmamı istedi. Huzurunda oturmaktan utanmışım. Oturmamakta direnmiştim. Israrla beni misafir kabul ettiği bölüme oturtmuştu.
Elimde bir zarfın içinde sorular ve sorulara verdiğim cevaplar vardı.
“Oku bakalım…”demesin mi? Şaşırdım. Niçin geldiğimi söylememiştim ki…
Ellerim titreye-titreye zarfı koymuştum….Masanın üzerinde onlarca soru ve cevap vardı.
Ben daha hiçbir şey söylemeden: “Önce soruyu, sonra da verdiğin cevapları oku…”demişti.
Ben önce soruyu,sonra cevaplarını okumaya başlamıştım.
Birinci, ikinci, üçüncü, beşinci soru cevap…
Hocamda hiç ses yok…Dinliyor, dinliyor, sadece dinliyordu…
Göz ucuyla bakmıştım. Gözlerini kapatmış, ellerini masanın üzerine koymuş neredeyse nefes bile almadan beni dinliyordu.
Sesim titreyerek okumaya devam etmiştim. Sona doğru neredeyse ağlayacak şekilde okumaya devam ettim.
Soru - Cevap bitmişti. Ben zaten bitmiştim…Gözlerini açmıştı. Sağ elini masanın üzerine hızla vurmuştu.
“Cevapların hepsini yırt…”demişti.
Nasıl olurdu? Aylarca bu cevapları zor hazırlamıştım. Emre itaat etmemek olur mu? Cevapların hepsini yırtmıştım. “Çöpe at.”demiş, çöpe atmıştım.
Çekmeceden bir tomar parşömen çıkarmış, önüme uzatmıştı.
“Yaz…”demişti; “Cevap:1..” Yazmıştım. “İkinci kağıdı al…”demişti. İkinci parşömeni almıştım. “Yaz…”demişti; “Cevap:2..” Yazmıştım.
Üçüncü, beşinci, yedinci, dokuzuncu, onuncu cevap…Hem de hiç soruları tekrar okutmadan…
Cevaplar bittikten sonra demişti ki: “Önümüzdeki Pazar günü yeni soruların cevaplarını hazırlamış olarak Kocamustafapaşa’daki evime gel…Son kontrolleri yapacağız. Mecmuada ondan sonra yayımlanacak…”
Şaşırmıştım. 2.defa soruları okutmadan nasıl hepsini hatırlayıp cevaplandırmıştı? Hem de kaynak göstererek…
Hem de gösterdiği kaynak kitapların cilt ve sayfa numaralarını vererek…
Ve aynı zamanda soruların cevaplarını kontrol etmek için beni tekrar Pazar günü evine davet ederek…
Dini ağırlıklı sorulara hocam sayın Ahmet Davudoğlu’nun verdiği cevapları temize çekip mecmuada yayımlamaya başlayınca, o doyurucu cevapları okuyan okuyuculardan gelen mektupların sayısı adeta 2’ye, 3’e, 5’e katlanarak devam etmişti.
O güne kadar gelen sorulara verdiğim cevapları da alarak Pazar günü sayın hocam Ahmet Davudoğlu’nun Kocamustafapaşa’daki evine gitmiştim…
İlk defa okuduğum cevapları tamamen yırtıp yerine yenilerini yazdırmıştı.
Bu defa verdiğim cevapların yaklaşık üçte ikisini değiştirmiş düzeltmeler yapmıştı.
Bir ay sonra üçüncü defa evine gittiğimde değiştirdikleri üçte bire düşmüştü.
Ondan sonraki ayda gittiğimde cevaplarda bazı düzeltmeler yapmış, cevaplarımın büyük bir bölümünü onaylamıştı.
Dördüncü ay gittiğimde artık verdiğim cevapları sadece dinlemiş ve fazla düzeltme yapmamıştı.
En son gittiğimde demişti ki: “Var git Şeyh Gazi…Artık benim sana söyleyecek pek sözüm kalmadı. Sorulan soruları bu minval üzere cevaplandır…Ne bir fazla, ne bir eksik…Yolun açık olsun.”
Bu sözler benim için adeta bir manevi “icazet” olmuştu…
…Ve ben 55 yılı aşkın süredir medya kuruluşlarında, radyo programlarında, 2 ayrı internet sitemde, telefonla ve yüz yüze sorulan soruları cevaplandırmaktayım.
Bunu da muhterem hocam merhum Ahmet Davudoğlu hocama borçluyum. Kendisini rahmetle anıyorum.
İşte öğrencilik yıllarımda başlayan ve emeklilik yıllarımda da hala devam eden “Sorunuz Söyleyelim” köşesinin serüveni…
Hoşça kalınız.
( devam edecek )